top of page

EFRUZE

Köy kahvehanesinde heyecanlı bir bekleyiş sürüyordu. Sabah sisi birkaç saat evvel dağılmıştı. Güneş şimdi tam tepedeydi, kasıp kavurucu bir sıcaklık yoktu lakin yine de alev alev yanıyordu tüm yürekler. Ahali az sonra sokağın başında görünecek olan Seyit Efendi'yi bekliyordu. Başında kalın püsküllü fesi, ayağında atadan kalma çizmesi ve üzerinde deriden yapılma ceketi ile sokağın başında gösterecekti kendini. Doğrusu bekledikleri Seyit Efendi değil, getireceği gazeteydi. Tüm köy Seyit Efendi'nin gazetesinden öğrenirdi memlekette olup bitenleri. "Fakirliğin gözü kör olsun" diye yakındı kahveci Şükrü. "Cümle köy kurulduk şuraya, bir tane mecmua bekler dururuz, iyi mi?" Araya sakince girdi köyün gençlerinden Selim "Mecmua değil Şükrü Aga, gazete gazete. Mecmua ayrıdır, gazete ayrı." Her ne zıkkımsa işte, uzatma; diye kestirip attı kahveci. Köy bir dağın eteğine kurulmuş, tepeye doğru çıkan bir yokuştu. Bu yokuşun başlangıcında ahşaptan yapma bir cami ve kahvehane vardı. Köyün kalbi burada atardı adeta. Ahaliden biri "Gelmeyecek herhalde, nerede kaldı acep" derken sokağın başında kendini gösterdi o kalın püsküllü fes. "Aha gelir işte, bakın" denmesiyle herkes ayağa kalktı ve Seyit Efendi'ye doğru yürümeye başladı. Etrafını bir çember gibi sardılar. "Haberler nedir Seyit Efendi, harpten ne haber vardır?" diye sual etti biri. Bir müddet sessiz kaldı Seyit Efendi. Başı eğikti, kaldırmaya cesaret edemiyordu sanki. Oysa herkes bilirdi ki heybetli ve gururlu adamdır Seyit Efendi. Kolay kolay boyun bükmez, kolay kolay sessiz kalmazdı. O dahi bu halde ise işin içinde bir iş vardı. "Desene Seyit Efendi, ne haber vardır?" sesleri yükselirken okuma yazması olan gençlerden biri aldı gazeteyi Seyit Efendi'nin elinden. Dikkatle baktı, başını kaldırdı ve sustu. O da cesaret edememişti sesini çıkarmaya. Dili tutulmuş gibi baktı etrafa. Kahveci Şükrü dayanamayarak sesini yükseltti "Konuşsana bre, ne susarsınız!" Bir başka genç aldı elinden gazeteyi. Okudu lakin bir daha başını kaldırmadı, uzun uzun baktı gazeteye, uzun uzun hayallere daldı. Bir müddet sonra kaldırmaya cesaret edebildi başını. Başını kaldırdı kaldırmasına fakat dilinin üzerine yerleşmiş yükü kaldıramıyor gibi bir hâli vardı. Konuşmak istedi fakat konuşamadı, gözleri çok şey anlatıyordu lakin dili suskunluğa ant içmiş gibiydi. Sanki herkes anlamıştı olanları. Lakin bunu söylemeye cesaret edemiyordu kimse. En son köyün yaşlılarından biri aldı gazeteyi, sakince göz gezdirdi. Nutku tutulmuşçasına kaldı fakat sonra hiddetle kaldırdı başını. "Meydan er görmek istermiş yiğitler. Devlet, Anadolu'nun yiğit evlatları nerede diye sorar imiş. Gayri vatana olan borcunuzu ödeme vaktidir!" sözleriyle derin bir sessizlik oluştu kahvehanenin önünde. Herkes kalakalmıştı olduğu yerde. Kuşlar bile susmuştu sanki. Yapraklar bile ses çıkarmama gayretindeydi. Güneş, zaten onlar yandı yanacağı kadar; bir de ben yakmayayım dercesine bulutların ardına saklanıyordu ağır ağır. "Yarın öğle vakti eli silah tutan herkes kaza merkezine varsın" dedi Seyit Efendi. Bu sesten sonra sessizliği bozan olmadı bir müddet. İçlerinden yaşlıca biri "Ne susarsınız bre, cenk Türk'e düğündür!" deme cesaretini gösterse de pek ses çıkmadı. Öyleydi elbet, ne savaştan ne de ölümden korkan vardı. Lakin bu harp sanki bir ayrıydı, herkesin gönlünde acının ayrı bir rengi yatıyordu. Gencinde ayrı, yaşlısında ayrı... Devlet-î Aliye’nin ne eski kudreti vardı ne eski dirliği. İman kalesinden güçlü kale yoktu elbet lakin harptir ya işte... Kim isterdi sevdiklerinden ayrı düşmek, kim isterdi anasını bir başına bırakmak, evladını yetim koymak. Lakin şu köyün hiçbir eri çekinmezdi harbe koşmaktan. Aksine şeref duyardı her biri. Fakat geride kalanlar... Asıl harp onlar için başlayacaktı. Kolay mıydı ayrılığın savaşını vermek?


Herkes evlerine dağıldı kahvehane önündeki o suskunluk töreninin ardından. Bu gece bir ayrı olacaktı, aşikardı. Kim bilir hangi hatunlar erlerini son kez görecekti bugün. Hangi çocuklar babalarına son kez bakacaktı. Ve aylar sonra kapılarına bir mektup gelecek, cümle köyü şehit haberleri saracaktı... Selim karanlık sokağın orta yerinden ağır ağır yürüyordu. İçinden çıkılmaz düşüncelere dalmıştı, içinden çıkılmaz acılara... İki katlı ahşaptan bir evin önüne gelince durdu, avludan içeri doğru baktı sessizce. Birini arıyordu gözleri. Belki de son kez göreceği birini... O gözleri belki de son kez görecek olmak, son kez uzun uzun bakmak... Az sonra evin kapısında biri göründü. Elindeki gaz lambasıyla etrafı izliyordu, bir şey ararcasına. "Efruze" diye fısıldarcasına seslendi Selim. Efruze başını avlu kapısına çevirdi. Kafasını dışarıdan beri uzatan bir karartı vardı. Ses çıkarmaktan korkarcasına yürüdü karartıya doğru. Kendisini gören biri olmadığından emin olmak için son kez eve doğru baktı. Yavaşça sokağa adımını attı ve işte karşısında Selim duruyordu.


"Sen de gidiyor musun" dedi sesi tireyerek. "Tüm arkadaşlarım cephede düşmanın koynuna giderken ben nasıl geride kalırım, gideceğim elbet." diye korkarak cevapladı Selim. Korktuğu şey savaş değil, sevdiğinin ağlamasıydı. Sesinin bu titremesi ona işaretti. Biraz daha beklerlerse Efruze'nin gözyaşları yanaklarından süzülmeye başlayacaktı. Bu yüzden konuşmaya devam etti hızlıca. "Düşman benim vatanıma dayanmışken nasıl burada kalayım? Hem birkaç aya biter zaten savaş. Sonra dönünce seni istemeye geliriz, sonra da düğünümüzü yaparız. Birkaç ay sabret yalnızca..." Korkak gözlerini kaçırdı Efruze. "Savaş biter lakin... Ya sen dönemezsen..." Bu sefer sessizliği bozmaya cesaret edemedi Selim. Efruze'nin gözyaşları sanki bir daha durmayacakmışçasına akıyordu... Konuşmaya devam etti Efruze. "O vakit bu gece nikahımızı kıyacağız. Babanlara haber et, beni istemeye gelsinler." dedi kendinden emin sesiyle. "Ne diyorsun sen Efruze. Yarın yola çıkacağız. Böyle bir gecede... Hem... Dediğin gibi, ya ben geri dönemezsem. O vakit ne edeceksin. Böyle bir şeyi kabul edemem". Efruze o kadar emindi ki kaşını bile oynatmıyordu. "Eğer dönemezsen... O vakit bir şehit hatunu olurum. Beni bu şereften mahrum bırakamazsın. Eğer bu akşam olmazsa, döndükten sonra da yüzüme bakma!" dedi hiddetle. Ne diyeceğini bilemiyordu Selim. Ne diyebilirdi ki... O nikahı aylardır ondan fazla isteyen yoktu lakin böyle bir gecede... Selim eliyle gözyaşlarını sildi ve dudakları yavaşça hareket etti. "Tamam, babamlarla konuşacağım." diyebildi yalnızca. Arkasını döndü ve köyün yokuşunu çıkarak evine doğru yürüdü.


Eve gidince hemen babasının yanına vardı Selim. Normal bir vakitte ikna edebileceğini sanmıyordu lakin şöyle bir gecede babası belki de bu arzusunu geri çevirmezdi. Ev ahalisinin olmadığı bir odada, babasıyla baş başayken konuştu. Zaten dört gün sonra istemeye gideceklerdi Efruze'yi. Fakat bu harp, bir duvar gibi girmişti araya. Sanki iki sevdalıyı birbirinden ayırmak istercesine... İlkin karşı çıktı babası. Fakat her halinden belli olduğu üzere Selim'i kırmak istemiyordu. Biraz düşündü ve ağır ağır kafasını salladı. Odadan çıktı, "Hamza" diye seslendi. Selim'in en küçük kardeşiydi Hamza, 8-9 yaşlarındaydı. Yusuf Efendi'nin evine varıp haber etmesini söyledi istemeye geleceklerini...


Efruze evdekilere hiçbir şey dememişti. Hamza'nın getirdiği haber ile ev sessizliğe büründü. Yusuf Efendi çok severdi Selim'i. Fakat böyle bir gecede neyin nesiydi bu. Hem nikah da istiyorlardı. Düğün olmadan nikah nerede görülmüştü? İlkin çok sıcak bakmadı lakin kızına da hak veriyordu. Selim gidecekti ve belki de bir daha dönmeyecekti. Uzun bir müddet düşündü... Ve sonrasında pek içine sinmese de gelsinler, diye söyledi... Birkaç saat sonra Yusuf Efendiler'in evine vardılar ve istediler kızı. Ardından nikahları kıyıldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde müsaade istediler ve kalktılar. Dönüşte kimse konuşmamıştı. Evde de devam etti bu suskunluk. Günün yorgunluğundan dolayı pek oturmak istemedi ve odasına çekildi Selim. Belki de son gecesiydi bu evde, kimse bilemezdi... Başını yastığa koymuş ve düşünüyordu yalnızca... Ne bir düğün olmuştu, ne Efruze ile aynı yastığa baş koyuyordu. Lakin yine de mutluydu. Onun mutlu olduğunu görmüştü ya, bu ona yeterdi.


Sabah ezanının ardından köyün yiğitleri cami önünde toplanmıştı. Tekbir sesleri gönüllere inşirah veriyordu. Selim'in gözleri son kez Efruze'yi aradı o kalabalıkta. Yanına ufak bir kız geldi. Efruze'nin kardeşiydi bu. "Ablam seni caminin arkasında bekler" dedi ve koşarak uzaklaştı. Caminin arkasına geçti Selim. Tenha bir yerdi burası. Efruze avlunun köşesinde onu bekliyordu. Hemen yanına vardı. Bir müddet bakıştılar. Cebinden bir mendil çıkardı Efruze, "Özlersen bakarsın" diyerek. Özlersen mi? O da ne demekti. Özlemez olur muydu, şimdiden özlemeye başlamıştı, o güzel gözlerine bakarken bile... Efruze "Eğer olur da dönemezsen..." derken lafını kesti Selim. "Korkma, döneceğim. Söz veriyorum. Yalnızca sabret..."


*


Tam 4 ay geçmişti aradan. Selim'i Çanakkale cephesine göndermişlerdi. Eline fırsat geçtikçe mektup gönderiyordu. Efruze'ye, anasına, babasına... Şu vakte kadar iki şehit haberi gelmişti köye. Biri Hicaz Cephesinden idi. Diğeri ise Selim'in olduğu Çanakkale'den. Yiğitleri gittikten sonra adeta hüzün ve sükunet çökmüştü köye. Hele şehit haberlerinden sonra... Cuma selasının okunduğu vakit yine atlı bir asker girmişti köye. Ahali toplanmış, acep haber kimdendir diye bakar dururdu. Kardeşi Efruze'ye haber etmişti hemen gelen atlıyı. "Allahım ne olur Selim olmasın" diye dua ede ede kendini sokağa attı Efruze. At yokuşun başında durdu. Tüm ahali toplanmıştı etrafına. Efruze uzaktan korkuyla izliyordu.


Elindeki mektubu açtı asker. “Irak cephesinden İsmail oğlu Hüsrev ve Çanakkale'den Mehmet oğlu Selim" diye bağırdı. Efruze'nin ayaklarındaki, kollarındaki tüm güç kaybolmuştu bu ses ile. Gözyaşları şelale olmuş akıyordu. "Hani dönecektin, hani söz vermiştin!” diye feryat figan ağlıyordu. Etrafındakiler sakinleştirmeye çalışsa da ne fayda ederdi. Kalbinin yarısını kaybetmiş birine ne denirdi... Selim'in eşyalarını heybesinden çıkardı asker. Babası yaşlı gözlerle aldı askerin uzattıklarını. Eşyalarının arasından bir mendil ve mektup da çıkmıştı. Efruze'ye getirdiler ikisini. Bu beyaz mendil... 4 ay önce Selim'e verdiği mendildi. Her tarafı kan izleriyle doluydu. Efruze'nin yanından geçen köyün küçük bir kızı "Kan" diye bağırdı korkarak. Yaşlı gözleriyle, kendinden geçmiş halde ayağa kalktı Efruze. "Kan değil, şehit kanı. Kan değil, şehit kanı!" diye bağırdı delirmişçesine. Daha fazla gücü yetmedi ayakta durmaya, kendini yere bıraktı. Etrafındakiler zar zor tutmuşlardı. "Mektup, mektubu verin" diye sessizce fısıldadı. Mektubu uzattılar. Açtı kağıdı, sayfa başında tek bir şey yazıyordu. Diğer kısmı kan damlalarıyla doluydu sayfanın, kıpkırmızıydı kağıt.

Yarım kalmış bir cümle, tek bir kelime... Selim'in son sözü... “Efruze".


635 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
Yazı: Blog2_Post
bottom of page