top of page

ÜRDÜN YAZILARI - I

Rüzgârımızı hissettirmeden önce tanımak gerekir elbette. Yoksa rüzgârı kontrol edemez, ona kapılır gideriz. “Cihanda esmekte olan bu rüzgâr; nasıl, ne yönde, önüne neleri katarak eser?” sorusunun cevabı olarak da bu seriye başlamayı düşündük, uygun gördük. Allah kalemimize güç, kuvvet versin.



Ürdün; Suriye, Suudi Arabistan, Lübnan, Mısır, Irak ve Filistin’e komşu mevkiinde bulunan anlayabilmemiz hasebiyle iki Konya kadar nitelendirebileceğimiz bir Orta Doğu ülkesi… İslam Krallığı ile yönetilen, babadan oğula hüküm süren bir ülke…

Niceliklerinden bahsederek yazımıza başladığımız ülkenin bizi asıl bağlayan nitel özelliklerinden bahsetmemiz gerekiyor aslında.


Ürdün’e vardığımız gün Perşembe gecesiydi. Uçaktan iner inmez insan başka memlekette olduğunu anlıyor, biz de bunu hissetmiştik. Arapça kelamlar, cümleler, tablolar, işaretler… İçine çekmişti hemen bizi bu yaşadıklarımız. İnsan gittiği memleketin insanı olur derler ya biz de o kılıfa bürünmüştük. Ertesi gün (Cuma) ilk Arapça hutbe dinlemek nasip oldu. Bizden farklı olarak hâtip’in elinde kağıt yoktu, zihninden doğaçlama hitap ediyordu cemaate. Bu vesileyle her camide farklı hutbe dinlemek mümkün olabiliyordu. Her cemaat her hafta farklı bir konuda bilinçlenirse –ki hutbeler sağlam hutbelerdi- ortaya nasıl bir toplum çıkardı? İşte Ürdün halkı böyleydi. Ayrıca hutbeler nereden baksanız yarım saati bulabiliyor, hatta daha da uzuyordu. Çünkü insanlar serbestti, mübarek gün Cuma’nın ta’til olması hasebiyle. Cuma’nın çıkışında ise ağzımızı tatlandıracak küçük ikramlarda bulunuluyordu. Ha bir de neredeyse her camide su dolabı bulunuyor olup, ücretsiz su alımları yapılabiliyordu. Ve bereket o ki su dolapları hiçbir zaman boş olmuyordu. Sıcak havada çok iyi oluyordu biliyor musunuz?


Şehir merkezine, çarşıya çıktığınızda karşınıza çıkan manzara tek renkten ibaret oluyordu. Beton rengi… İnşa edilen her bina adeta taştan, betondan olup renk kullanılmıyordu. Uzaktan bakınca harabe sanılması pek mümkündü. Kaldığımız süre müddetinde bu renksizliğe katlanmaya alışamamıştık. İnsanın dünyası renkli olmalı değil miydi? Tek renk insanı karartmaz mıydı, bu tek renk beyaz olsa dahi!



Şehir merkezinde olsun veya olmasın her bölge iki mekândan geçilmiyordu: Restoranlar ve hediye dükkânları. Öyle ki bu iki mekânın çok oluşu o ülkenin turistlere yönelik olduğunu belli ediyordu. Bir de şöyle anlatırsak tam turizm ülkesi olduğu netleşecektir aslında. Herhangi bir dükkana girdiğinde “Ürdünlü müsün?” sorusuyla karşılaşmak gayet olağandı. Yabancı özellikle de Türk müşteriler geldiğinde adeta çıldırıyor ve kapıdan çıkıp caddede bağırıyorlardı. Bu hareketin sevilmemizden mi yoksa başka bir sebepten mi yapıldığını bir türlü anlayamamıştık kaldığımız süreçte. Umarız sevilmemiz dolayısıyladır.


Önemli bir parantez açarak bir detaydan bahsetmek istiyorum. Ürdün halkının üçte ikisi Filistin kökenliydi ve Ürdün’de ikamet ediyorlardı. Bu sebeple Filistin ve Kudüs sevdası had safhadaydı. Öyle ki İsrail’den bahsedenler linç edilebiliyordu. Allahuekber. Buna rağmen pek bir destek yoktu Filistin’e. O zaman anlamıştık ki sevmek yetmiyor, sevdiğin için yaşamak da gerekiyormuş. Yoksa sevsen ne çare…


Künefesi meşhurdu Ürdün’ün. Ah yine niceliklere giriyoruz ama önemliydi bu nokta. Köşe başları künefe dükkanı kaynıyordu. İnsanlar havanın sıcak olmasına rağmen o tatlıyı, o şerbet yumağını büyük bir zevkle yiyorlardı. İşte buradan anlıyoruz ki aslında insan istese sevmesi yeter ona. O sevgi ona tükettirebiliyordu her şeye rağmen o tatlıyı o havada.


Lakin iş Müslüman kardeşine, soydaşına sahip çıkmaya, korumaya gelince sessizleşebiliyordu maalesef. Yanlış anlaşılmasın o toplumun, ülkenin elinde her türlü imkan vardı, buna rağmen sessizdiler. Sevdiği için yaşayan, Filistin için koşan bir ümmet ümidiyle…


devam edecek…


360 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

MUAMMA

Yazı: Blog2_Post
bottom of page